Aşırı zeki insanlar

Dizilere başlama alışkanlıklarım biraz farklı, toplum içinde biricik kar tanesi olacak kadar olmasa da. Öneri üzerine ilk sezonu internetten indirip başlarsam en fazla 3 bölümlük bir macera oluyor. Ekseri televizyonda tesadüfen bir bölüm görüyorum, üçüncü sezon, 12. bölüm ve 21. dakikada olan dizi dikkatimi çekerse bağımlısı oluyorum ama çoğunlukla “Bu saçmalık da ne” deyip gözlerimi deviriyorum çünkü Amerikan dizileri en az bizim kaçırılma, rehin alınma, hastanelere düşme, babalık testini değiştimeli dizilerimiz kadar yaratıcılıktan uzaklar.

Sorun klişeler değil, klişeleri severim fakat nasıl ele alındıkları mühim. Geçenlerde Backstrom’a rastladım. The Office’in Rainn Wilson’ı oynuyor yani yetenek konusunda eksikleri yok, üstelik Portland’da geçiyor, yağmurlu kapalı havalar polisiye için en güzel arka plan. İşe güzel başlıyorlar fakat hikayeye gelirsek başroldeki dedektif Backstrom bir alkolik. Kendinden nefret eden, aksi ama aynı zamanda lütfen, çok zeki ve işinde çok iyi. Dizilerde biliyorsunuz işinde iyi olmayan bunun da farkında olmayan yoktur, karakterler her bölüm ne kadar iyi olduklarını dillendirirler fakat emeğinin karşılığını almaya çalışanı nadiren görürüz nedense. Neyse, asıl rahatsızlık yaratan şey alkolizmin romantize edilmesi. Alkolikleri bilirsiniz, her bağımlı gibi yardıma ihtiyacı olan hastalardır ve tedavi edilmezlerse kendilerini ve çevrelerini büyük yıkımlara uğratabilirler. Alkolizmden bahsedildiği zaman akılma gelenler domestik şiddet, maddi kayıplar, kırılan kalpler ve iflas eden karaciğerler. Oysa dizideki karakter alkolik olmasına rağmen işini son derece iyi yapıyor, suçluları bir bir “ben senim, acaba ne düşünüyorum” denen çok çok özel empati adı verilmiş yöntemle yakalayıp hapse atıyor. Bağımlı birinin polislik gibi çok fazla yetki ve direkt insanlarla ilgili bir işte iyi olduğu için kaldığı fikrini en hafif tabirle korkunç olarak özetliyorum.

backstrom
Backstrom. Aksi ve tabii ki çok zeki.

Tabii Backstrom bağımlılığı karizmatik, erkeği hafif zavallı göstererek kadınların anaçlık duygularına oynayan ilk dizi değil. Zamanında House vardı biliyorsunuz, ağrı kesicisi bağımlısı ama çok zeki, etrafındakilere hayatı dar eden ama inanılmaz zeki, kaba, manipülatif ama dahi, kısacası tam bir pislik ama bu arada çok zeki olduğunu söylemiş miydim? House MD’nin anafikri şuydu: yeterince zekiyseniz her şeyi yapabilirsiniz, bağımlılığınız için tedavi olmanıza gerek olmadan insanların canlarını emanet alabilirsiniz. Senaristler House çok zeki olduğu için bağımlılığını işine yansıtmadığını iddia ediyorlardı, halbuki bağımlılık denen şeyin doğası zaten karar verme yetini kaybetmek, yoksa neden sorun olsun ki? Romantizmden rahatsız olduğunu her bölümünde belli etmeye çalışan bu dizilerin romantizm anlayışı kadın-erkek arası mutlu birliktelik ve mum ışığından yemekler olmalı çünkü madde bağımlısı fakat işiyle bağımlılığını son derece profesyonel bir şekilde ayrı tutan biri en az kırlarda hoplayan pembe ve turkuaz tombul midilliler kadar gerçekçi. Farkettiyseniz derdim romantizm ya da gerçekçilik değil, birinin kılığında öteki olmak. “Ne sandın kızım gerçek hayat böyle, her şey para; aşk meşk arkadaşlık , idealizm yalan.” deyip de bir gün gerçekten zengin olacağına inanan 25lik yeni mezun salağın televizyon dizisi olarak yaşam bulmuş formlarda.

mahmuts
Evet, birbirlerine salak deyip duran 3 ergen ruhluyu sık göremiyoruz.

House demişken başka bir soruna geçelim, son 5 yılda ortaya çıkan zeka fetişine ne diyorsunuz mesela? Bence medyanın güzellik takıntısından daha tehlikeli çünkü en azından güzellik ne, ne değil kendilerince bir sınırı çizmişler. Zeka ise nadiren ölçülebilir bir şey olduğundan istediğin her şeyi zeka olarak gösterebilirsin. Tembel senaristler seyircinin ezilmekten de hoşlandığını göz önüne alarak zekiliği gerçek bir %&#*? olmakla bir tutmuşlar. Karakter, ki çoğunlukla erkek oluyor, etrafını ne kadar aşağılar, küçük görür, bir-iki nazik sözle halledebileceği şeyi insanları üzerek yaparsa izleyici zekasına o kadar inanıyor. BBC’nin Sherlock’ı çok zeki, bir kısım olaylar çözüyor ama bu olayları nasıl çözdüğüne nadir tanık oluyoruz. Cinsiyetçi ve kıskanç senarist Moffat “şimdi başrolümüz çok zeki, bu olayı müthiş çözüyor ama sizlere nasıl çözdüğünü göstermek yerine çözemeyen aptallarla dalga geçmesini göstereceğiz. Zekası konusunda bizim sözümüze inanın… Bakın! Atkısı var, atkıyı gördünüz mü?” demeyi tercih ediyor. Zeki olmak yeni seksilik dedikleri de bu yüzden sadece tipsiz erkekleri pazarlamak için uydurulmuş bir yöntem havası bırakıyor. Ayrıca lütfen şunu düşünelim, o kadar zeki olması gereken bir insan öğrenilebilir kibarlıkla çok daha rahat edebilecekken neden iğrenç biri gibi davranıp vakit kaybetsin ki? Çünkü kendilerine göre vakit de çok değerli. Bu saçmalıklarla uğraşamayacak kadar önemli karakterler sürekli aşk bir hayal ürünü, arkadaşlık vakit kaybı, sosyalleşmek delilik demiyorlar mı? Öyleyse çözmeye çalıştığın davanın 1985’ten kalan belgesini almak için lütfen diyeceğine niye bağırıp çağırıp vakit kaybediyorsun, o muhteşem aklın bunu hesaplayamıyor mu?

İşte bu noktada senaristler müthiş bir fikir bulmuşlar: Otizm! Çok ciddileşmek istemezlerse Asperger’e hafifletiyorlar, ciddileşmek dediğim de lafın gelişi. Rain Man sağolsun otizmle süper zekalı olmak eşanlamlı hale geldi, diziler de aradan geçen yıllara rağmen bunu severek sürdürüyorlar. Bu, insanlara teknik olarak yanlış bilgi vermese de toplumun algısıyla oynuyor. En hafifinden ortaya çıkabilecek şey eğer 4 basamaklı sayıları çarpabilen otistik biri değilsen değerin olmadığı. Tabii yine ağır bir romantizm de var, otistik çocuğu olan ailelerin yaşadıkları zorluklar özel eğitimin pahalılığı, uykusuz geceler, öfke nöbetleri ekrana matematik konusunda ukalalık yapmak ve ağlayan insanlarla empati yapamamak olarak yansıyor. Asperger olduğu iddia edilen Sherlock “aşkı anlamıyorum ama kimyayı bilirim” diyor, empati yapamadığı gösterilmeye çalışıyor fakat engellerinden dolayı hiçbir sorun yaşamıyor, ev arkadaşıyla mutlu bir arkadaşlık kuruyor, tek sorunu çok çok zeki olmak ve evet, önlenemez bir kabalık. Henüz izlemediğim Broen’in Amerikan tekrar yapımı The Bridge’de başroldeki Sonya da Aspergerli. Tahmin edebileceğiniz gibi çok iyi bir polis, patronunun önünde kıyafetlerini değiştirmek, havadan sudan konuşamamak gibi son derece ciddi problemleri var. Ah evet, bir de ilişki aramıyor bardan bulduğu adamlarla tek gecelik ilişkiler yaşıyor. Asperger sendromunun onlarca belirtisi arasından sadece erkeklerin keyiflerine keyif katacak olanların seçilip karaktere yakıştırılması eminim ki çok tatlı bir tesadüftür ve senaristler toplumu bilinçlendirdikleri için çok mutlulardır.

Bu sezon Elementary’deki New Yorklu Sherlock’a yeni bir sevgili geldi. Otizmli. Çok zeki olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? (Aynı zamanda güzel ama tabii ki zekasına aşık olunan kadının çirkin olmasını beklemiyorduk, ne münasebet.) Perception dizisinde ise neyse ki çok farklı bir şey denemişler, bu sefer rüya gibi gösterilen rahatsızlık şizofreni. Elbette ki çok zeki olan profesörümüz mutlaka tedavi edilmesi gereken bu hastalığını gururla doktorlar ve ilaçlardan uzak tutuyor, gördüğü halüsinasyonlarla arkadaşlık ve sohbet edip zorlu davaları çözüyor. Hayatımda hiç şizofren tanımadım, tanıdığın tanıdığı olarak bildiğim tek kişi birkaç yıl önce ailesini eve kilitleyip tüfekle öldürdü ama bütün bölümleri Allah yok, peygamber yalan, aşk uydurma, bilim tek gerçek konulu olan diziden de böyle bir hastalığı halüsinasyonlarla klasik müzik hakkında sohbet edilecek neşeli bir şey olarak göstermesi beklenirdi.

HBO, Showtime dizilerine hiç giremeyeceğim. Klasik CBS senaryosuna şiddet ve kan, bol küfür, kadın memesi ve senaryoya zinhar katkıda bulunmayan seks sahnesi ekleyince daha derin ve ciddi bir hikaye oluyormuş gibi bir algı var. Evinizde kendi imkanlarınızla güzel bir HBO dizisi yapmak istiyorsanız Star’da yayınlanan Unutma Beni’yi açın, yanında başka bir ekranda soft porno açın, laptop’ınızı kucağınızda alıp herhangi bir FPS oyununa başlayın, aynı etkiyi yaratacaktır.

Aynı karakterleri ısıtıp ısıtıp önümüze sundukça kendini yineleyen Hollywood’dan bir kurtuluş olarak gördüğümüz diziler de bu gidişle Disney filmlerine benzemeye başlayacaklar. Her filmde sadece etnik kökeni değişen spunky kadın kahraman, bir yumuşak huylu bir de kafadan çatlak hayvan geleneği her dizide mesleği değişen mental hastalıklı, kirli sakallı, bağımlı erkek haline evrilecek.

Resimler imdb.com, pinterest.com ve weheartit.com sitelerinden alındı.

12 thoughts

  1. Ahahhaa bu yazı kavga çıkarır.
    Sherlock’un abisi daha zeki olduğu için ailesinin Sherlock’u uzun süre gerizekalı sanması geldi aklıma. Hem abisi göreceli daha normal iletişim kuran bir insandı.

    Liked by 1 kişi

      1. house’un galiba ilk sezonunu izledikten sonra aşırı kibirden zehirlenerek bıraktım.
        aynı hissi murat menteş romanı okurken de yaşıyorum: o kadar akıllıyım ve iyi yazıyorum ki, her cümlem biraz aforizma olsun. hiç edebi kaygım olmasın (dublörün dilemması’nı hariç tutuyorum) ama her yazdığım cümle tivitlik olsun, ritivitlik olsun.
        ben ne okur ne de izleyen olarak buna katlanamıyorum.
        house’da da çok tekdüze bir akış vardı: x. dakikada ondan başka kimsenin çözemeyeceği bir dert çıkar, y. dakikada özel hayatıyla ilgili bir climax’e şahit oluruz, z. dakikada hastayla ilgili bir climax yaşanır, w. dakikada house işi çözer.
        tüm bölümlerde x, y, z ve w değerleri -neredeyse- aynı. e o zaman neden buna maruz kalıyorum? close, delete, empty trash.

        bi de elinde beyinle “use it” pozu yok mu? al sen use it ya, denyo.

        oh be, rahatladım :p

        Liked by 1 kişi

  2. Ya ben <3 bu yazi! Dizilerdeki bagimlilikla ilgili bir sorunum da su: ilerlemiyor. hep stabil, yillarca ne ilerleyen ne gerileyen bir sey. Sanki dogustan oyle gelmis bir sey gibi: bacak aksamasi veya kepek sorunu. Kisilerin bunla birlikte gelen baska fiziki sikayetleri, mesela dis, mide vb sorunlari yok, hatta icki bile kokmuyolar. Sanki super guclerini korumalarini saglayan bir gida takviyesi gibi sadece; tanrilarin ambrosiasi. Bagimliliga genelde eslik eden depresyon da o ucuz ofke patlamalari haline donusmus, baska hicbir etkisi yok. Yani bagimli olmasa bile, kisiyi (ilerde) bagimliliga surukleyecek nedenler = muthis zekasinin cefasi. bu kadar. Bir de genelde ah hep iyiligini isteyen, bolca asagilansa da arada bir akla mantiga davet eden, hep yaninda olan, bu zeki kisi ile dis dunya arasinda cevirmenlik yapan, fazla idealize / romantik bi yan karakter var ki bu zekilerin arkasini toplasinlar, IQ ile EQ kardesler olsunlar. ay susamiyorum……………….

    Liked by 2 people

    1. Tüh, IQ-EQ meselesini unuttum çok doğru. Nedense reelde de iq & eq’nun bileşik kaplar gibi olduğunu sanıyorlar, birinin az olması ötekinin çok olacağı manasına geliyormuş gibi. Sonra da pislik gibi davranırsam zekiyimdir diyorlar. Güzel mantık.

      Bu arada iyi bağımlılık anlatan dizi olarak Elementary’yi seviyorum. İyileşme sürecinde olan bir Sherlock var & bayağı ciddiye alıyorlar, hayalperest de değiller türk dizilerindeki “kızım için karım için bırakıyorum” diye alkol şişelerini lavaboya döküp birden sober olma klişeleri yok.

      Liked by 1 kişi

  3. Harikasın. Bi süredir aşırı sinir olduğum bi konu bu. Dizilerden normal insana da sıçradı bu, tahammül edemiyorum. Kime rastlasam harfleri karıştırıyorum parlak zekadanmış bu demeler, her sosyopatın, uyumsuzun sebebini aspergerde araması, ana babaların çocuklarını iq testçilerine sürüklemesi hepsine de maşallah yavrunuzun iq’su 140 üstü denmesi ama toplumun bu sonuçlara hiç de paralel olmayarak gitgide daha ahmaklaşması. Brainy is new sexy ama brainy olmanın da bazı göstergeleri olmalı, bu şekilde çok yazık, zeki olduğuna inanmış bir insan kalabalığı… Acıklı.

    Beğen

Yorum bırakın