Yeni yıl, yeni hedefler… Hayat araya girdi diyelim, pek görüşemedik. Niyetim bu sene izlediklerimi daha sık paylaşmak, bu sayede kendime bir çeşit günlük tutmak. Hem belki birilerinin de işine yarar.
Hedefimizi hatırlayalım, 52 haftalık senenin her haftasında kadın yönetmen elinden çıkmış bir film izlemek… Bu sene senaryo ve görüntü yönetiminde imzası olan kadınları da ekleyerek kapsamı genişletmeyi istiyorum.

#1 – Rachel Lears – Knock Down the House: Netflix imzalı Knock Down the House ile perdeyi açıyoruz. 2018 yılındaki kongre seçimlerine hazırlanan, 4 farklı eyaletten aday olmuş 4 farklı kadının sistemle mücadelelerini anlatan bu minik belgesel, kelimenin tam manasıyla bir demokrasi şöleni. Özellikle (spoiler alert!) Mark Zuckerberg’i doğduğuna pişman ettiği duruşmanın kaydıyla şöhretine şöhret katan gencecik Alexandra Ocasio-Cortes’in hikayesi, sadece siyasete atılmaya hazırlananlar için değil herhangi bir konuda liderliğe yatkınlığı veya merakı olan herkes için epey ilham verici. New York’lu bir entelektüel olan yönetmen Rachel Lears, filmin hem yapımcılığını hem de görüntü yönetmenliğini üstleniyor. Arkasına Netflix makinasını alan film, sadece hikayenin lokomotifi siyasi figürlerin değil Lears’ın kalabalıklara ulaşmasını garantileyecek gibi görünüyor. Hiç şüphesiz yönetmenin malzemesine yaklaşımındaki insancıl damarın da katkısıyla 2019’da Sundance’te topladığı Seyirci ödülleri ise popüler filmlerin boş eğlencelikler olduğu yönündeki algılarımızı paramparça ediyor.

#2 – Barbra Streisand – Yentl: On parmağında on marifet, yaşayan en büyük müzik yıldızlarından biri olan Barbra Streisand’ın En İyi Yönetmen Altın Küre’sinin -hatta yeri gelmişken bir kadının aldığı tek “En İyi Yönetmen” Altın Küre’sinin- de müsebbibi Yentl, Yahudi cemaati içinde geçen romantikli bir kimlik komedisi. Barbra hanım kendisine iltimas geçmiş, erkek kılığına girip din eğitimi almaya kalkışan asi Yentl rolüne kendisini uygun görmüş. Homeland’in Saul’ü olarak tanıdığımız Mandy Patinkin’in arzu nesnesi olarak konumlandığı hikayede kimlik, aidiyet ve dini inanç gibi konular masaya yatırılsa da bütün bu meseleler genç kızımızın cinsel uyanışı için bir fon oluyor. Ne gam! Streisand filmlere de pek yakışan bir performans sanatçısı, şarkı söylemesi de, nevi şahsına münhasır oyunculuk yaklaşımı da muadiline rastlaması zor şeyler. Özellikle müzikal sevenlerin memnun ayrılacağı bir seyirlik Yentl, cinsiyet meselesine yaklaşımı ve ters köşe finali ile yaşıtlarından ayrı bir yerde duruyor. Finalde gelen Amerika güzellemesi, bugünden geriye dönüp bakıldığında hayli naif görünse de bir kere daha Amerika’nın göçmenler tarafından kurulduğunu ve bir ülkeyi paylaşmak için ırk ortaklığından daha derin bir bağın mümkün olduğunu hatırlatıyor. Amerikalıların filmi pek sevmesine şaşırmamalı.

#3 – Lulu Wang – The Farewell: 2019’un en iyi filmlerinden biri, FilmEkimi’nde izlediğimiz, neredeyse kusursuz The Farewell‘i oturup bir daha izledim, ağlayasım mı varmış ne. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Lulu Wang benim en yakın arkadaşım, kendisinin bundan haberi olmasa da. Hakkında olumsuz tek kelime söyleyen karşısında beni bulur. Filme gelirsek, ikinci nesil göçmen bir hanım kızımızın, bizimki gibi ne batılı olabilmiş, ne doğuya ait kalabilmiş ülkesi ve onun kültürüyle sınavını anneannesinin hastalık haberi üzerinden anlatan hikayenin otobiyografik öğeleri kalbinize, teknik becerileri ise gözünüze hitap ediyor. Bu çılgıncasına tanıdık ama bir o kadar farklı alemde izleyicinin gözü, kulağı ve kalbi olan baş rolde komedyen ve rap yıldızı Awkwafina’yı izliyoruz, ki kendisi Altın Küre’lerde, Komedi / Müzikal – En İyi Kadın oyuncu ödülünün de sahibi bu sene. Tek ödül sizi yanıltmasın, bütün kadronun, özellikle anneanneyi oynayan Çinli oyuncu Shuzhen Zhao’nun harikalar yarattığını söylemek boynumuzun borcu. Arada kahkahalarla güldüğüm doğru, ama içiniz titreyerek sevdiğiniz veya çok özlediğiniz bir aile büyüğünüz varsa mendiliniz de hazır olsun. Pırıl pırıl sinema diliyle Wang, gelecekte de adını sık duyacağımız isimlerden. Bu ikinci uzun metrajını kaçırmamanızı şiddetle öneriyorum. Sinemalarda.


#4 – Mati Diop – Atlantique: Yönetmen Mati Diop’un yabancısı değiliz aslında, Claire Denis’in nefis 35 Shots of Rum’unda babası tren kondüktörü olan genç kız olarak izlemiştik kendisini, 10 yıl kadar önce. 2019 yılının Cannes Film Festivali’nde görücüye çıkan filmi “Atlantique“, kendisini Cannes yarışmasında yarışan ilk siyah kadın olarak tarihe geçirdi bile, ki bir de Grand Prix götürdü evine. Diop filmde, isimsiz bir Afrika ülkesinde daha iyi bir hayat ihtimalinin özlemiyle yaşayan gençler ve aldıkları riskler üzerine, gerçekçilikle rüya alemi arasında kurulmuş bir dengede mırıl mırıl hikayesini anlatıyor. Batılı eleştirmenlerin ve Cannes’da ödül kararı veren jürinin filmi çok sevdiği aşikar, oradan bakınca pek otantik görülüyor olabilir sonu belirsiz deniz yolculukları, fahiş iPhone fiyatları, göbeği açık giyinildi diye “içine cin kaçmıştır” tenkitleri ve ailenin ayarladığı zengin koca adayları falan. Gencecik ve çok çekici oyuncu kadrosu, göstere göstere Marxist okumaya açık metni, 2019’un en iyi işlerinden biri olan Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’nin de görüntü yönetmenliğini üstlenen Claire Mathon imzalı nefis kamera çalışmasıyla kalburüstü bir iş, Atlantique. Ben, teknik becerinin hakkını versem de beklediğim kadar sevemedim. Yine de dilimize pelesenk ettiğimiz “Coğrafya kaderdir” düsturunun bu pek karanlık tezahürünü görmek için bir bakmak istersiniz belki. Netflix’te.

#5- Lorene Scafaria – The Hustlers: Oscar’larda beklediğimizi bulamadık, JLo’nun olası adaylığından daha büyük haber oldu aday olamaması. Hakkıdır da, bir atlet ile bir koketi birleştiren performansı ile, The Hustlers‘ın hiç bir şey için değilse de JLo için hatırlanacak olmasını garanti etti kendisi. Daha önce şurada ne kadar heyecan verici bir ihtimal olarak gördüğümden bahsettiğim film, duyurulan bir kaç vizyon tarihini de kaçırıp ev sinemasında kavuşacaklarımız arasında yerini aldı. Yönetmen Lorene Scafaria Amerika’yı ve dolayısıyla dünya ekonomisini sarsan 2008 emlak krizinden sonra hayatta kalmak için ‘yaratıcı’ bir çözümün peşine düşen, New York gece hayatından renkli simaları bir araya getiren bir film yapmış. 30 yaşını aşmış, beyaz olmayan kadınlardan mürekkep başrol kadrosu, kenar süsüne indirgenmiş erkek karakterleri ve filmin aslında bir dönem filmi olduğunu bir kere daha hatırlatan yakın tarihten popüler şarkı seçimleriyle çok keyifli bir seyirlik The Hustlers. Cinsiyet rolleri, ırkçılık ve seks işçiliği ile alakalı tavrı bu çok renkli senaryoda eriyip gitse de kıymetli bir film The Hustlers. Hani nasıl desem, Martin Scorsese çekse pek beğenirdiniz…
Hamiş: Jennifer Lopez’in canlandırdığı Ramona karakterinin esin kaynağı Samantha Barbash’ın, filmin yapımcılarıyla hikayenin telif haklarıyla ilgili davalık olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Perdeye yansıyan kapitalizme karşı kız kardeşlik hikayesinin gerçek hayattaki iz düşümünün benzer notalar içermesi de kaderin kör dizaynı olsa gerek.

#6 – Honeyland – Tamara Kotevska & Ljubomir Stefanov : Hatırlayalım, Oscar ödüllerinde Uzun Metraj – Belgesel kategorisinde geçen yıl beş adayın beşi de ya kadın bir yönetmen elinden çıkmıştı, ya da iki yönetmeninden biri kadındı. Bu sene de benzer şekilde aday olan beş filmden dördünün arkasında kadın yönetmenlerin olması pek sevindirici. Bu filmlerden şu an için ödüle en yakın görünen film değil Honeyland, aynı zamanda en iyi Uluslararası Film (Bu-film-için-altyazı-okumak-zorunda-kaldık ödülü) ödülünün de adayı olmasına rağmen. Bildiğim kadarıyla Akademi’nin tarihinde hem Belgesel Film hem de Uluslararası Film adaylığı olan başka bir film yok, ancak karşısında Obama’ların Netflix’le ortaklıklarının ilk meyvesi, Netflix destekli American Factory varken işi çok zor gibi. Uluslararası Film ödülünün sahibi ise şimdiden belli gibi. Seslerini duyurmak bile yetecektir Honeyland’e ve başkahramanı Üsküplü Hatidze’ye. Kırsal Makedonya’da yabani bal üreticisi bir kadının hayatta kalma hikayesini hiç bir süsleme yapmadan bizimle paylaşan yönetmen ikili Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov’un filmi nesillerin değişmesi, insanlığın bitmek tükenmek bilmez açgözlülüğü, toksik erkeklik ve doğa ile bütün olmamıza engel olan diğer insani kusurlarımızla ilgili bir mesel aslında. 1993 doğumlu gencecik Kotevska’nın bir sonraki işinin kurgu olması kimseyi şaşırtmamalı, belgeseli izleyen herkesin filmin yapısının ve simgesel dilinin kurgudan epey beslendiğini teslim edecektir zaten.
Amerikalılar için Uluslararası Film olsa da, filmin geçtiği coğrafyanın yakınlığı, sürpriz bozmak gibi olmasın ama konuşulan dilin Türkçe olması gibi detaylarla birlikte bizden bir hikaye Honeyland. 70 yıl önce hem Türkiye hem de Makedonya otoriteleri tarafından kaderlerine terk edilmiş, cıvıl cıvıl Üsküp’ün hemen dışında, Orta Çağ şartlarında hayatını sürdürmeye çalışan Hatidze Muratova kendi çocukluğumdan beri tanıdığım üç beş kişiyi hatırlattı bana. Honeyland, kısacık süresinde sizi hem umutla dolduruyor, hem doğanıza dönmeye çağırıyor hem de ölümlülüğünüzü hatırlatıyor. “Bal Ülkesi” adıyla sinemalarda…

#7 – The Edge of Democracy – Petra Costa: Petra Costa’nın The Edge of Democracy‘si, demokrasi geleneği çok da güçlü olmayan Brezilya’dan bir mücadele hikayesi. Brezilya’nın son 20 yılda içinden geçtiği zorlu demokrasi mücadelesinin ve ülkedeki sağın hızlı yükselişini, kendi aile tarihi ile birlikte anlatmayı seçen Costa kişisel olanın aynı zamanda politik olduğunu bir kere daha göstermiş oluyor. Başlıca becerisi bizi kendi gerçekliğimizden koparmak olan Netflix’in varoluş amacına ters gibi görünse de, aktörlerinin halen hayatta olduğu bu kadar yakın tarihten bu kadar tanıdık bir hikayeyi Netflix’te izlemek, dijital platformların duymamıza yardım edeceği seslerin çeşitliliği konusunda beni umutlandırdı. Klasik bir Pazar Gecesi Filmi değil şüphesiz, ama yine de, şiddetle tavsiye…
Bonus – The Morning Show: #Metoo hareketinin ertesinde, havalı bir medya kuruluşunun hızlı ve öfkeli koridorlarında geçen dramanın baş rollerini Jennifer Aniston ve Reese Witherspoon paylaşıyorlar. Biraz eski ile yeninin, zengin ile fakirin, geleneksel medya ile dijitalin kavgası, biraz yeni düzene alışamayan “güçlü” erkeklerin zavallılıkları ve çokça kadınların rekabet ile birbirlerine kırdırıldığı düzenin devamlılığı üzerine bir iş olmuş. Dizinin neredeyse tüm karakterlerinin hayatlarındaki absürtlüğe yaklaşan ayrıcalık seviyesi ve bu ayrıcalıkları korumak için yaptıkları şeyler kendileriyle empati kurma ihtimalimizi hayli azaltsa da, taciz ve onay konusunda eğitici video kıvamındaki 8. bölüm ile yükselen tansiyon sezon finali 10. bölümün son dakikalarına kadar devam ediyor. Kusursuz olmaktan uzak bir iş The Morning Show, ama vakit kaybı değil. Özellikle Aniston’un aday olduğu / aldığı ödüllerle gündeme gelse de ikinci baş rolü üstlenen Reese Witherspoon, ne zamandır bu kalibrede bir işte izlemediğimiz Billy Crudup ve yardımcı rollerdeki Mark Duplass, Bell Towley ve Gugu Mbatha-Raw ışıl ışıllar.
Hikayenin kurulduğu ve kapandığı 1., 2. ve 10. bölümlerde kameranın arkasındaki Mimi Leder’ı The Leftovers, Shameless ve E.R. gibi dizilerden, doksanlarda kalmış iki büyük aksiyon filminden (Deep Impact ve George Clooney & Nicole Kidman’lı Peacemaker) ve geçen senenin Oscar heveslisi On the Basis of Sex’ten tanıyoruz. Diziye emeği geçen diğer kadın yönetmenler ise sırasıyla Lynn Shelton (4. Bölüm), Roxann Dawson (7. Bölüm) ve Michelle MacLaren (8. Bölüm). Orijinal içerik ve yayın dünyasına hızlı bir giriş yapan Apple’ın bu en prestijli işinde, muhtemelen yaratıcı yapımcılardan Witherspoon’un katkısıyla, kadın yönetmenlere iş verme konusunda gösterdiği hassasiyetin bilumum stüdyoya örnek olması dileğiyle bu ayı kapatıyoruz.
Hafta sayısı: 5
Film sayısı: 7