Birkaç kez yazmaya başlayıp sonra bıraktığım bir konu oldu Lüfer. Yazmaya başladım çünkü son yasal düzenlemeyle birlikte hepten canına okunacak bu balığı ve simgelediklerini önemsiyorum; bıraktım çünkü sadece şu son üç ayda bile “hayır artık, bu kadarı da olamaz” dediğimiz şeyleri tek tek yaşadığımızı gördük. Boğuştuğumuz bu kadar çok sorun varken bir de Lüfer’e sıra gelemedi açıkçası. Ama günün sonunda anlıyorum ki bu balığın başına gelenlerle bizim başımıza gelenler, birbirinden o kadar da ayrı meseleler değil. Nihayetinde o da, biz de aynı kötücül anlayışın sonuçlarını yaşıyoruz…
Son günlerde hiç balıkçıya uğradınız mı bilmiyorum. Ben ara ara Beyoğlu, Beşiktaş ya da Karaköy’deki balık çarşılarına uğruyorum, şöyle bir tezgahlara bakıyorum. Balıkçılar sağ olsun, yeni düzenlemenin sarhoşluğuyla denizde ne var ne yoksa tezgâha taşımışlar. En son Şişli’de bir balıkçıda rastladığım “çinekop ve sarıkanat bereketi” bir on dakika kadar tezgâh önünde dikilip acı acı gülümsememe sebep oldu. Gülümsedim çünkü Lüfer Koruma Timi ve 174 ihbar hattı ışık hızıyla aklımdan geçti. Bir günü bir gününe uymayan Türkiye’de bunlar da yalan olmuştu işte. Çinekop ve sarıkanat, Lüfer’in ürememiş yavruları. Sıralama küçükten büyüğe doğru defneyaprağı, çinekop, sarıkanat, Lüfer, kofana, sırtıkara olarak devam ediyor. Yani çinekop ve sarıkanat’ın bol bol avlanması demek, bu balıkların büyüyüp Lüfer olmaması demek. Düne kadar değil satılması, avlanması bile yasak olan çinekop ve sarıkanat bugün neredeyse istiflenmiş bir şekilde tezgâhları süslüyor. Ülke elden gidiyor, Lüfer’in olmaması çok mu büyük dert, diyecekler de vardır kesin. Ama öyle değil. Kavgasını veremediğimiz bir ağaç, koruyamadığımız bir balık, özgürce akıtamadığımız bir nehir ve sahip çıkamadığımız yaşam alanlarımız derken yavaş yavaş yitirmeye başladığımız şey hayatımızın kendisi oluyor.
Yeni düzenlemeyle neler değişti?
Bütün bu felaket günlerinde muhakkak kaçıranlarımız olmuştur diye öncelikle yürürlüğe giren şu yeni düzenleme nedir, neleri değiştiriyor, hep birlikte anlamaya çalışalım. Bildiğiniz üzere 1 Eylül itibariyle av sezonu açıldı. Ve yine o günlerde yeni bir yasal düzenleme de sessiz sedasız bir biçimde yürürlüğe girdi. Bu düzenlemeyle birlikte yasal avlanma boyu 20 cm olan (ki bu bile yetersiz bir önlemdi) Lüfer, artık 18 cm’ken avlanabiliyor. Üstelik de 2020 balık sezonunun sonuna dek avlanmaya devam edilecek. Çünkü su ürünlerinin avcılığına ve ticaretine dair 1380 sayılı yasanın eki olarak yürürlüğe giren 4/1 numaralı su ürünleri tebliği, 2016-2020 yılları arasını kapsıyor.
Eee, yani? Yani’si şöyle: Bilimsel olarak Lüfer, ancak 27 cm’ken üreyecek olgunluğa ulaşan bir balık. Bu boya gelmeden evvel, henüz çinekop (15-18 cm) ya da sarıkanat (18-25 cm) iken avlanması, bu balığa hiç üreme şansı tanımamak demek. Bunun ara verilmeden her yıl üst üste tekrarlanması ise çok değil, bir-iki yıl sonra Lüfer’in belki de bu denizlere veda etmesi demek. Kofana’yı, Sırtıkara’yı zaten bilmiyorduk, bundan sonra isimlerini de duymayız artık. Haliyle hepsi için geçmiş olsun diyebiliriz.
Peki, bu kadar mı? Maalesef dahası var. Aynı düzenleme, bu yıl Marmara’da ilk kez 45 gün ışıkla avlanmaya da izin veriyor. Dolayısıyla o devasa ağları olan, ultra donanımlı, radarlı gırgırlar, toplu talanlarına bir de ışık yakarak devam edip denizin altını üstüne getirecekler – getiriyorlar. Hele ki İstanbul Boğazı ve Adalar gibi “bereketi ölçülemez bir biyolojik koridor” olarak tanımlanan, balıkların durup soluklandıkları bu bölgelerde gırgır avcılığının yapılması bile yasaklanmalıyken, bir de bunun 45 gün boyunca aydınlatmayla yapılması Slow Food Türkiye / Fikir Sahibi Damaklar’ın kurucusu Defne Koryürek’e göre katliamın ta kendisi. Nitekim uzmanlar palamut için de tehlike çanlarının çalmaya başladığını söylüyor.
Düzenlemenin yürürlüğe girdiği günlerde Defne Koryürek’i İMC TV’de (sahi, o da KHK ile kapandı, değil mi?) Yeşil Bülten programında izlemiştim. Benim burada sakince toparlamaya çalıştığım gelişmeleri, o boğazı düğümlenerek anlatıyordu. Gırgır avcılığının bu kadar desteklenmesinin, her fırsatta önünün açılmasının neden bir katliam olduğunu gelin Koryürek’ten dinleyelim:
“Obez bir gırgır ve trol filomuz var. Türkiye’deki balığın tamamını avlamak istiyorlar, yetmiyor başka denizlere gidip oraları da talan etmek istiyorlar. Başkalarının balıklarında da gözleri var. Bu gırgır ve trol avcıları, tamamen çiftlik üretimine teslim olacağımız bir gelecek hayaliyle denizi kurutmak istiyorlar, çünkü hepsinin bu çiftliklerde payı var. Dünya da zaten çiftlik üretimine doğru gidiyor. 2050 yılı beklentisi, denizlerdeki ticari balıkların tükenmesi, tümüyle çiftlik üretimine geçilmesi. Hükümetler de bir yandan bunun hazırlığını yapıyor. Oysa balık bizim yabanla ilişkimizi taze tutan son avımız. Yazık ki balıkçıların hiç derdi değil.”
“İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın” gibi son derece naif ve bu ülkenin zorbalarıyla kıyaslandığında bir o kadar romantik kampanyalarla 6 yıldır bize Lüfer’in önemini anlatmaya çalıştı durdu Defne Koryürek ve arkadaşları. Büyük bir kısmımız da bu sayede haberdar olduk. O ve bu kampanyalara destek vermiş diğer tüm yaşam hakkı savunucuları, denetimsizliğin, cezasızlığın bıraktığı boşluğu kendileri bizzat doldurmaya çalışıp gerektiğinde yasa dışı avlanan balıkçılara hesap dahi sordu. Bir de Lüfer Bayramı gibi en güzelinden bir şenliğimiz oldu.
Bütün bu süreç boyunca yasal avlanma boyunun 14 cm’den 20 cm’e çıkarılması, 24 metreden sığ sularda gırgırla avlanmanın yasaklanması gibi somut başarılar da elde edildi. Bugün Karadeniz defneyaprağı kaynıyorsa sebebi işte bu çalışmalardır. Ama gelinen nokta o kadar acı ki bunca zaman inanarak mücadele etmiş insanlar için şimdi Lüfer Koruma Timi’nin adını duymak bile tüyleri diken diken ediyor. Koryürek’in, “Şu ana kadar yaptığımız bütün çalışmalar sefil bir şekilde yere dökülmeye başladı,” cümlesi, yaşanan hayal kırıklığını özetliyor zaten.
Senin baş tacı ettiğin, üstüne titrediğin ne varsa, onlar tüm korkunçluklarıyla üzerine çörekleniyor; gözünün içine baka baka, hatta neredeyse dalgalarını geçerek bir solukta çiğneyip geçiyor. Ve bunu öylesine bir çirkinlikle yapıyorlar ki sonunda sen inandığın şeylere küstüğünle kalıyorsun. Bilmiyorum Defne Koryürek’in Fikir Sahibi Damaklar’a artık sadece bir gönüllü olarak destek verecek olmasında böyle bir küskünlüğün payı var mı, ama olsa da haksız sayılmaz.
“Balığıyla muhabbeti olmayanın kendi cinsiyle de muhabbeti olmaz”
“Ama biraz elitist bir yaklaşımları vardı, halkı yakalayamadılar” gibi eleştirilere ise ben katılmıyorum doğrusu. Bunun sadece “gelecek nesiller de lüfer yiyebilsinler” kampanyası olmadığını da biliyorum. Bu durumu en güzel ifade eden kişi, yine Defne Koryürek. Programdaki cümlelerini aynen aktarıyorum:
“Bu sadece ekolojik bir kampanya değildi. Bu İstanbul üzerinden sürdürebilirliğimize, yarınımızı nasıl tahayyül edeceğimize dair bir şuur açma gayretiydi. Lüfer sadece bir sembol. İstanbul’un lüferle ilişkisi, aslında Türkiye’yi yansıtıyor. Denizde bir canlıya bakıp onun bekasında kendi bekanı görebilmek, işte bütün mesele bu. Çünkü bir canlıya yaşam alanı ayırmayanın, kendi yaşam alanı da olmayacaktır. Bir balığa hoyrat davrananın kendi çocuğuna hoyrat davranmayacağının garantisi yok. Dünyadaki bunca kötülük bunun ifadesi…”
Sonuç olarak her yıl Ekim ayının üçüncü haftasına denk gelen Lüfer Bayramı, bu yıl kutlanmadı. O tarihlerde bu sürece tanıklık etmiş herkes, bir balıkçı köyünde yine bir araya geldi, ama bu kez yas tutmak için. Anlayacağınız, gözlerimizin önünde yaşanan katliamlara bir yenisi daha eklendi. Lüfer belki de bu yıl son kez denizden çıkmış olacak. Bir zaman sonra listeye palamut da eklenecek. Bunlar ilk değil tabii; İstanbul’un kaybettiği çok balık var.
Ben bu şehrin bir balık cenneti olduğu zamanları yaşamadım elbette, bu gibi hatıralar için henüz genç sayılırım. Kıyılarında elle balık tutulduğu, kadınların balkondan denize saldıkları sepetleri balıkla doldurduğu, oltalarla torik’lerin avlandığı, Boğaz semtlerini çiroz sergilerinin süslediği ya da insanların sırtlarında devasa orkinosları taşımaya çalıştığı bir İstanbul, müthiş derecede fantastik geliyor bana. Nihayetinde kendini bildi bileli balık ekmeği ithal Norveç uskumrusuyla yemiş biriyim, haliyle aklım almıyor… Ama aradan geçen 60 küsur yıla rağmen tüm gerçekliğiyle karşımda duran bir Yaşar Kemal röportajı var. 1952 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan bu röportajı her anımsadığımda, kendimi İstanbul’un o şenlikli Lüfer günlerinde buluyorum. Müsaadenizle “Görülmemiş Lüfer Akını” isimli röportajın küçük bir bölümünü buraya da taşıyacağım:

(…)
“Kasımpaşanın, Cibalinin fakir halkı, tam bir haftadır bayram ediyor. Sokak aralarında kadınların, çocukların ellerinde birer lüfer salkımı.
Kasımpaşanın ünlü satıcısı İbrahim bağırıyor:
‘Yaşa bre lüfer! Şen ettin bütün evleri. Şen olsun yurdun yuvan!’
Çıplak ayaklı, gözlerinde tokluğun verdiği bir memnunluğun sarhoş pırıltıları dolaşan avareler, hep bir ağızdan:
‘Yaşa bre lüfer!’ diye bağırıyorlar.
Yaşa be lüfer! Aziz ol lüfer. Sen ettin bu işi!
Bugünlerde, bir lüfer türküsü dillere destan olursa şaşmayın. Lüfer milletin yüzünü güldürdü.”
Çok yazık ki bu kadar güzel, bu kadar mutlu bir İstanbul sahnesini bundan sonra yaşamak bir daha mümkün olmayacak. Şehrimizle, doğamızla, kültürümüzle ve insanımızla muhabbetimizin olduğu günlerin huzuru çok gerilerde kaldı maalesef. Ama meydanı tümüyle bu açgözlülere bırakacak da değiliz. Çünkü balık bizim, memleket bizim, kavgaya omuz vermek boynumuzun borcu…
BUNLARI DA MUTLAKA OKUMALI!
- Peki en basitinden ne yapabiliriz?
Aslında denklem oldukça basit: Artan nüfus, kontrolsüz ve bilinçsiz tüketim, kaybettiğimiz kaynaklar… Melis Alphan, geçtiğimiz günlerde bu konuda geldiğimiz noktanın vahametini ortaya koyan ve çözüm önerileri sunan bir yazı yazdı. Dünya Doğayı Koruma Vakfı’nın (WWF), azalan balık stoklarına ve sürdürülebilir balıkçılığa dikkat çekmek için hazırladığı “Hangi Balık” rehberinin detayları da bu yazıda. Hemen tık tık!
- Balık için her yol mübah mıdır?
Bu sorunun yanıtı için de Nilay Örnek’in yazısını referans göstereceğim. Gırgır ve trol lobilerinin gerektiğinde ne kadar tehlikeli olabileceğini bu yazıda üzülerek okuyacaksınız. Hemen şurada!
- Vatan nedir?
Bugüne kadar bu soruya verilmiş en güzel yanıtlardan biri, Levon Bağış’tan. Lütfen okuyun!
- Kavgaya devam mı?
Söz tabii ki Defne Koryürek’in. Buyurun!
- İstanbul’un balık cenneti olduğu yıllar hayal ürünü mü?
Fazlasıyla gerçek. Sokaklarda sırtlarda taşınan orkinosları görmek için tam şuraya bir tık daha!
- Görülmemiş Lüfer Akını
Bu güzelim haber-röportajın tamamını, Yaşar Kemal’in Nuhun Gemisi kitabında bulabilirsiniz. Röportaj Yazarlığında 60 Yıl da yine bir başucu kaynağı. İkisi de Yapı Kredi Yayınları’ndan.
- Kumkapı Ermeni Balıkçılar
Ara Güler’in asla etkisini yitirmeyecek efsane fotoğrafları ve artık tarih olmuş bir semtte yaptığı söyleşiler, Aras Yayıncılık’ta.
Gece gece icimi dagladiniz ama iyi ki yaziyorsunuz bagyan.
BeğenLiked by 3 people
Teşekkür ederim, sevgiler :)
BeğenLiked by 1 kişi
Istanbulda bir deniz yaşamı müzesi acma fikri vardi, amatör bi koleksiyonun halka açılması fikriydi. Tum o yitip giden balıkları gorebilmemiz icin. Olmadi sanirim. Oysa Marmara’ya layik bir anitmezar olurdu bence.
Ben en cok annemin, universitede ders çalışırken bunalinca kayiga atlayıp balık tutup aksama onu yeme anilarini kıskanırım. Hangi kayik, hangi balik. Güya yarimadayiz bir de.
BeğenLiked by 5 people
Balik Muzesi acilmis meger! Kocamustafapaşa Balıkçı Barınağı’nda. Mutlu oldum :)
BeğenLiked by 3 people
Bosluklari ne guzel doldurmussun Deryacim, anneni ben de kiskandim. Balik Muzesi’ni de bilmiyordum, bi bakayim neymis, nasilmis ❤️
BeğenLiked by 1 kişi
Ah, ne güzel bir lafmış: Vatan denizdeki balık, havadaki kuştur.
BeğenLiked by 1 kişi
Hem de ne güzel ❤️
BeğenBeğen