“…başarısız boktan bir kış geçirdik
kanımız bile doğru dürüst akmadı…”
“Bir sürü çocuğu öldürdüler” diye devam ediyor şiir, insan eliyle olan ölümler, eksik kalan hayatlar, en acısı; ama büyük katil, zaman, bu sene hep kıymetlilerimizi aldı sanki. Kimi söylesem, diğerinin hatrı kalacak gibi. Kolektif çocukluk aşkımız Tarık Akan’dan, kocaman kalbinden ve gidişiyle arkada kalan dev boşluktan bahsetmeye kelime haznem yetmiyor. Şapkasını alıp giden güzel adam, ermiş aklımızın, yetişkin kalbimizin efendisi Cohen’den canım Berna dem vurmuştu, ekleyecek sözüm yok.
Yine de, son bir hafta içinde aldığım iki ölüm haberi beni çok fena sarstı. İlki geçen hafta geldi; Boğaziçi Üniversitesi’nin renkli siması, kaybedenlerin, kadınların, anlatılmaya zahmet edilmeyenlerin de tarihçisi Yavuz Selim Karakışla, erken gelen bir ölümle aramızdan ayrılmıştı. Karakışla’dan HIST 105 ve HIST 106 – Making of the Modern World derslerini, hem de MDS ayaktayken alan şanslılardandım ben. Her hafta ya kendisi, ya da alanında uzman bir başka meslektaşı gelir, bize yıllardır dinlediğimiz şeylerin hiç bilmediğimiz boyutlarını anlatırdı. Kutuları karalayarak geldiğimiz üniversite sıralarında yetişkin yerine konduğumuzu hissettirirdi bize, “o çok iyi bildiğiniz şeyler, hiç de öyle değiller” diyerek ezberlerimizi bozarak, “her hafta bir film” düsturuyla gördüklerimizi öğrendiklerimiz ışığında kritik etmeye zorlayarak, belki en çok da tarihin sadece kostüm fırfırı, kılıç şıkırtısı, saray erkanı olmadığını gösterircesine the Wall ile Medeniyet meselesini bir daha düşünmek zorunda bırakarak bizi gerçekten üniversitede olduğumuzu hatırlamaya, titreyip kendimize gelmeye zorlardı.
Sahneye çok yakışırdı Yavuz Hoca, adeta bir aktör gibi, iyi çalışılmış bir metni sahnede oynamasını izlemek ne büyük ayrıcalıkmış, insan yaşarken fark etmiyor. Kimya Mühendisliği’nin kenarından dönen hayatı, “My Man” diye mimlemeyi sevdiği tarihsel şahıslardan bahsederken gözünden çıkan ışığı, bilginin emeksiz gelmeyeceğinin altını çizen hınzır, kötü polis tavrını kaçıracak yeni nesiller için çok üzgünüm. Yaz okulunda tembel bir öğleden sonra kampüste kızını gezdirirken karşılaşmıştık, her zamanki çekingenliğimi yenip yanına gitmiş, aldığım dersler ve öğrettikleri için teşekkür etmiştim, gözü parlayarak dersin devamını açmak istediğinden, bugüne kadar öğretilmemiş bir tarih dersi açıp Latin Amerika’nın ve Afrika’nın tarihinden bahsetmek istediğinden, Coğrafi Keşifleri ve arkasından olanları bir de kaybedenlerin gözünden anlatmak istediğinden bahsetmişti. O dersi açtı mı, bilmiyorum, araya hayat girdi, ama geçen ay iki kitabını aldım, birinin adı “Osmanlı Hanımları ve Kadın Terzileri”, diğeri “Osmanlı Kadın Telefon Memureleri”. Dedim ya, anlatılmayanı anlatma zahmetine girmiş, sadece savaşların ve zaferlerin tarihini değil, gündelik hayatlarımızın, kadının sosyal ve ekonomik hayata katılmasının da incelenmesine emek vermiş, çok özel bir tarihçiydi Karakışla, öyle eksildik ki gidince…
Diğer makus haber, yazmaya elim varmıyor, yolu Boğaziçi Üniversitesi’nden geçen her sinefilin bir şekilde dokunduğu, canım ülkemde türünün tek örneği Mithat Alam Film Merkezi’nin kurucusu, sinema sevgisini kendisi gibi düşünen, hisseden başkalarıyla birleştirmenin yolunu bulmuş, bir artı birden bir milyon yaratmayı başarmış Mithat Alam’ın aramızdan ayrılışının haberi. Daha geçen hafta nehir şöyleşi kitabı çıkmışken, Nisan ayında İstanbul Film Festivali’nde alacağı Onur Ödülü içi peşin peşin sevinirken çok hazırlıksız yakaladı beni ölüm haberi.
Altyazı dergisi, bir Türk Sineması hafızası oluşturmak adına Merkez’in gösterdiği yoğun çaba, Merkez çıkışlı umut vaat eden onca yetenek, hepinizin bildiği şeyler. Benimse geçmişimde çok sancılı, nedense kendimi dehşetli yalnız hissettiğim bir yaz var, her akşam Mithat Alam Film Merkezi’nde ne gösteriyorlarsa oturup onu izlemiş, kendimi 2 saat süreyle yukarıda bırakmış, bir seri basamaktan aşağı inip kapısında Krzysztof Kieślowski’nin Kırmızı’sının afişinin asılı olduğu bir cep salonunda içimi soğutmuştum. Büyük şey, hakkını ödeyemem. Çok duygusal bir yazı olsun istemiyorum, kendisi de hoş görmezdi muhtemelen, onun yerine eve gidip bir Bergman filmi açıyorum.
Yavuz Hoca’nın külliyatına şuradan ulaşabilir, Mithat Bey’le yapılmış nehir şöyleşi kitabına şuradan göz atabilirsiniz. Maksadım, bu iki süper kahramanı, sevdiği şeyi kendine saklamak yerine bütün dünyayla paylaşmayı seçmiş iki güzel insanı dilim döndüğünce yad etmek. Takvimlerle düşünmek doğru değil elbet, hepsi insan uydurması, ama 2016 çok da güzel hatırlanmayacak sanki Boğaziçi’nde. Sevgi, saygı ve sefaletle…
Görseller Radikal Blog, Sözcü ve Hürriyet’ten alınmıştır.
Ne guzel yazmışsın Seda. Sol kroşeyi sindirememişken bir de sağdan yedim ben bugün; şapşallaştım.
Yavuz Selim hocanın “adıma bakmadan kimya filan okumaya kalktım bi de” deyip gülüşünü hatırlıyorum hep. Hafızamda sanki az önce söylemiş gibi taze olan “herkes üniversite bitirebilir; aydın insan branşı dışında en az iki konuda daha, dolu dolu sohbet edebilendir” sözü beni 14 yıldır şekillendiriyor. Öğrencilere, kulüplere olan sonsuz desteği de onu ayrı bir yerde tutuyor benim için. Iyi ki, iyi ki ogrencisi olduk.
Mithat Alam Film Merkezi’ne filmler hariç yolum pek düşmezdi; ama nice arkadaşımın hayatına sihirli değnekle dokunan bir peri gibiydi Mithat Bey. Duysa gülerdi sanırım. Merkez deyip geçiyorum da gerçeküstü bence. Muazzam arşivi, yetiştirdiği isimler, derslerde yapılan film eleştirilerinin düzeyi, öğrencilerdeki o muazzam merak ve disiplin – hiçbiri normal değildi. Mini mucize. Öğrencilerin kendi bölümlerinden çok bu kredisiz seçmeli derse vakit ayırdığı, okul içinde okul. Bu sanat fakültesiz üniversitenin en kiymetli vahasını armağan etti bize.
Hani Cemal Süreya demiş ya, keske yalnız bunun icin sevseydim onları.
BeğenLiked by 5 people
“anlatılmaya zahmet edilmeyenlerin de tarihçisi” 😔
BeğenLiked by 3 people